sıra dağlar mordu sular kırmızı
su kenarlarında lâleler vardı
suları beklerdi bir peri kızı
öperken alnından akşam yıldızı
yeşil gözlerine meftundur sandım
su kenarlarında lâleler vardı
göllerde âteşin hâleler vardı
uzaktan akseden nâleler vardı
bir âhu kalbinden vurgundur sandım
sıra dağlar sıra dağlar
peri kızı peri kızı
su kenarlarında lâle
göllerde âteşin hâle
uzaktan akseden nâleler
bir âhu kalbinden vurgundur sandım
*Hayat & Ayşe Kulin
1941-1964 Dürbünümde Kırk Sene
Everest Yayınları
1. Basım : Ocak 2011
*Sıradağlar Mordu Sular Kırmızı - Aşkname (2015)
*sıra dağlar mordu sular kırmızı - ekşi sözlük
*divanmakam.com/attachments/sira-daglar-mordu-sular-kirmizi-selahattin-
icli-huseyni-v4-pdf.50062/
1941-1964 Dürbünümde Kırk Sene
Everest Yayınları
1. Basım : Ocak 2011
*Sıradağlar Mordu Sular Kırmızı - Aşkname (2015)
*sıra dağlar mordu sular kırmızı - ekşi sözlük
*divanmakam.com/attachments/sira-daglar-mordu-sular-kirmizi-selahattin-icli-huseyni-v4-pdf.50062/
*https://islamansiklopedisi.org.tr/riza-tevfik-bolukbasi
*Asıl adı Ali Rıza olup babasının kaymakamlık yaptığı Edirne vilâyetine bağlı Cisr-i Mustafa Paşa’da (bugün Bulgaristan’da Svilengrad) doğdu. Babası Arnavutluk’tan Debre-i Bâlâlı Hoca Mehmed Tevfik Efendi, annesi Kafkasya’dan kaçırılarak İstanbul’da bir konağa satılan Çerkez asıllı Münîre Hanım’dır. Öğrenimine Üsküdar Dağ Hamamı’nda babasının hocalık yaptığı Sion Mektebi’nde başladı. Bir süre yine babasının yanında Beylerbeyi ve Dâvud Paşa rüşdiyelerine devam ettiyse de babasının İzmit’e savcı vekili olarak
tayini üzerine tahsili yarım kaldı (1879). İzmit’te annesi sıtmadan öldü. Çocukluk ve ilk gençlik yılları ailenin göç ettiği Gelibolu’da geçti. 1884’te girdiği Galatasaray Sultânîsi’ne sadece bir yıl devam edebildi. 1887’de Mekteb-i Mülkiyye’ye kaydolduysa da bir talebe hareketine karışınca okuldan uzaklaştırıldı (1890). Sonunda bir hocasının tavsiyesiyle Tıbbiyye-i Mülkiyye’ye girdi. Buradaki öğrenimi sırasında zaman zaman yine bazı öğrenci olaylarına karıştı, bu yüzden birkaç defa hapse atıldı. Hayatının bir düzene kavuşacağı düşüncesiyle
akrabaları tarafından 1895’te Dârülmuallimât müdîresi Ayşe Sıdıka Hanım ile evlendirildi. Tıbbiyenin son sınıfında iken II. Abdülhamid’in iradesiyle, 1897 Türk-Yunan Muharebesi’nde yaralı askerleri Manastır’dan İstanbul’a nakleden seyyar bir hastahanede Fahri Paşa’nın yanında stajyer doktor olarak çalıştı.
Tıbbiyeden ancak 1899’da mezun olabildi ve Cenab Şahabeddin’in yardımıyla Karantina İdaresi’ne doktor olarak tayin edildi. Ayrıca İstanbul Gümrüğü’nde Eczâ-yı Tıbbiyye müfettişliğine getirildi; bir süre sonra Cem‘iyyet-i Mülkiyye-i Tıbbiyye’ye üye
seçildi. Bu görevleri 1908 yılına kadar sürdü. 1903’te karısının ölümü üzerine Nazlı Hanım ile evlendi. 1907’de girdiği İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nde üst kademelerde görev aldı. II. Meşrutiyet’in ilân edildiği günlerde Selim Sırrı (Tarcan) ile birlikte İstanbul halkına meşrutiyet ve hürriyeti anlatan nutuklar verdi. Aynı yıl yapılan seçimlerde Edirne mebusu olarak Meclis-i Meb‘ûsan’a girdi. 1909’da İngiliz Parlamentosu’nun davetlisi olarak Talat Paşa başkanlığındaki bir heyetle birlikte Londra’ya gitti. Birtakım
pervasız hareketleri yüzünden kısa zamanda partili arkadaşlarıyla arası açılınca 1911’de parti içindeki muhaliflerin kurduğu Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na geçti. 1912’de Büyükada’da yaptığı bir konuşma seçim usullerine aykırı bulunarak İstanbul mebusu Kozmidi Efendi ile beraber bir ay kadar hapsedildi. Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra propaganda konuşması yapmak üzere gittiği Gümülcine’de İttihatçılar’ın tuttuğu adamlar tarafından dövüldü. 1913-1918 yılları arasında politikadan uzaklaşarak tekrar
Karantina İdaresi’nde çalışmaya başladı. Bir yandan da Rehber-i İttihâd-ı Osmânî Mektebi’nde felsefe dersleri verdi ve Istılâhât-ı İlmiyye Encümeni’nde çalıştı.
1918’de Ahmed Tevfik Paşa kabinesinde Maarif nâzırı olarak politikaya döndü; aynı zamanda İstanbul Dârülfünunu’nda felsefe ve estetik dersleri veriyordu. Damad Ferid Paşa kabinesinde iki defa Şûrâ-yı Devlet reisliği yaptı (1919-1920). 1919’da Paris’te toplanan Barış Konferansı’na Osmanlı Devleti’ni temsilen önce danışman, ardından delege sıfatıyla katıldı. Sevr
Antlaşması’nı imzalayan heyette yer aldı (10 Ağustos 1920). Gerek Sevr Antlaşması’nı imzalaması, gerekse aynı günlerde Anadolu’da başlayan Millî Mücadele hareketine muhalif bir tavır takınarak millî vicdanı incitecek yazılar yazması Dârülfünun talebelerinin tepkisine yol açtı. Yapılan protestolar sonunda Cenab Şahabeddin, Ali Kemal, Hüseyin Dâniş ve Barsamyan Efendi ile birlikte Dârülfünun’daki görevinden istifa etmek zorunda kaldı (8 Nisan 1922). Yakın arkadaşı Ali Kemal’in İstanbul’dan kaçırılıp
Ankara’ya götürülürken İzmit’te linç edilmesi üzerine aynı âkıbete uğrama korkusuyla 8 Kasım 1922’de bazı arkadaşlarıyla beraber Mısır’a gitti. Daha sonra Sevr’i imzalaması yüzünden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 150’likler listesine alındı. Kahire’de karşılaştığı eski dostu Emîr Abdullah’ın davetine uyarak Ürdün’e gitti ve kralın divan tercümanı oldu; ayrıca Sıhhiye ve Âsâr-ı Atîka Müzesi müdürlüğü yaptı. 1934’te buradaki görevinden emekliye ayrılarak Lübnan sahilinde Cünye kasabasına yerleşti. 1936’da eşiyle birlikte Avrupa
seyahatine çıktı ve bir yıl kadar İngiltere ile Fransa’da kaldı. 150’liklerin affına dair kanunun yürürlüğe girmesinden yaklaşık beş yıl sonra İstanbul’a döndü (1943). Burada gazetelerde edebiyat, sanat ve estetikle ilgili yazılar yayımladı. 30 Aralık 1949’da vefat etti ve Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’na defnedildi.
Türk kültür ve edebiyat tarihinde “feylesof” lakabıyla tanınan Rıza Tevfik bugün daha çok şair olarak hatırlanmaktadır. 1895’ten itibaren dergilerde önce Abdülhak Hâmid ile Hugo ve Lamartine gibi romantik şairlerin etkisi altında aruz vezniyle
şiirler yayımlayan Rıza Tevfik asıl şöhretini 1913’ten sonra hece vezniyle yazdığı şiirlerle kazanmıştır. Millî Edebiyat akımının teşekkül yıllarına rastlayan bu tarihlerde hece vezni ve sade Türkçe ile o günkü Türk şiirinin en beğenilen örneklerini ortaya koyarken 1900’lerde Mehmed Emin’in başlatmış olduğu “parmak hesabı” şiiri de asıl yerine o oturtmuştur. Küçük yaştan itibaren halk kültür ve âdetleri içinde yetişen şair sanatkâr kişiliğiyle gelenekten ustaca yararlanmış, bu konuda yazdığı makaleleriyle şiir estetiğine bu
doğrultuda sağlam bir zemin hazırlamıştır.
Rıza Tevfik, felsefî ve dinî anlamda gerçeği aramak üzere başladığı araştırmaları sonunda Türk milletinin öz malı olan ve onun ruhunu en güzel biçimde dile getiren tekke ve halk edebiyatı örneklerini keşfeder. Milletin hâfızasındaki folklor malzemesiyle sadece halk şairleri ve Bektaşî dervişlerinin elinde kalan halk ve tekke şiirlerini samimi ifadeleriyle Türk milletinin karakterini en güzel şekilde yansıtan örnekler olarak değerlendirir. 1914-1922 yılları arasında konuyla ilgili elliye yakın makale yayımlayan Rıza Tevfik’in bu yazıları,
Millî Edebiyat hareketini fikrî planda hazırlayan ve bir kamuoyu oluşmasına büyük ölçüde yardım eden unsurlar arasında ele alınmıştır. Ancak onun âşık tarzı ve tekke edebiyatı geleneği konusundaki görüşleri uzun süre iyice anlaşılamamış, zaman zaman devrin önde gelen Türkçüler’i tarafından tenkit edilmekten kurtulamamıştır.
Bütün bu hazırlığın arkasından onun bir devre damgasını vuran asıl sanatkâr şahsiyeti tekke şairleri ve halk âşıklarının genellikle mûsiki eşliğinde okudukları divan, nefes ve ilâhi gibi şiirlerden yola çıkarak kaleme aldığı divan, koşma ve nefesleriyle
belirir. Millî Edebiyat’ın daha yeni yeni teşekkül etmeye başladığı II. Meşrutiyet sonrasında onun bu tarz şiirler yazmak suretiyle Türk edebiyatının asıl kaynağına yönelmesi dönemin birçok şair ve aydını için yol açıcı bir rol oynar. Bu yıllarda hece vezniyle yazdığı lirik divan ve koşmalarıyla şöhret kazanan şair sanat anlayışı olarak sübjektivizmi benimser. Bundan dolayı şiirlerinde teşbih, istiare ve mecaz gibi edebî sanatlara başvurmaz; doğrudan doğruya dış dünyadaki varlıkların ruhunda uyandırdığı tesirleri
aksettirmek suretiyle daha çok izlenimlere dayalı bir sanat anlayışını savunur.
Rıza Tevfik dil, şekil ve üslûp bakımından en mükemmel şiirlerini 1911-1922 yılları arasında yazar. Aruz vezniyle kaleme aldığı ilk denemelerinde daha çok ferdî ıstıraplarına bağlanabilecek bazı temalar çevresinde dolaşan şairin şiirlerine yeni konular girer. Bu dönemde ferdî ıstıraplarıyla birlikte içinde yaşadığı toplumun meseleleriyle de yakından ilgilenir; başta tarih, vatan sevgisi ve aşk olmak üzere toplumsal, dinî ve felsefî birçok yeni temayı işler. “Sfenks”,
“Gelibolu’da Hamzabey Sahili”, “Selma, Sen de Unut Yavrum!” başta olmak üzere “Harap Mâbed”, “Fikret’in Necip Ruhuna” ve “Uçun Kuşlar” adlı şiirleri onun en tanınmış eserleri arasında yer alır.
Doğu ve Batı dünyasına ait oldukça geniş bir felsefî birikime sahip olan Rıza Tevfik, yeni bir ekol kurmaktan ziyade mevcut felsefî bilgileri yorumlayarak bunlarla modern görüşler arasında dikkate değer benzerlikler üzerinde durmuştur. Bütün bu faaliyetleri yanında 1905’te Mehmed Emin’in şiirleri dolayısıyla dilde sadeleşme ve hece vezni
üzerine Ömer Nâci ile, 1918’de Zerdüşt’ün Türk asıllı olup olmadığı konusunda Sâmih Rifat’la, yine aynı yıl Tevfik Fikret’in inancı konusunda Babanzâde Ahmed Naim’le fikir tartışmalarına girmiş, bu tartışmalar sırasında bütün bilgi birikimini ortaya koyduğu dikkate değer makaleler yazmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder